Dün çok yoğun bir okul gününün ardından drama dersine gittim. Drama dersinin ardından, okulda içtiğim filtre kahveler yetmezmiş gibi yeniden kahve içtim. Bu kafein maddesi yüklenmesi sonucu eve geldiğimde saat 23.00 olmasına ve çok yorgun olmama rağmen cin gibiydim. Duygular, yoğunluklar, kişiler, okul, drama, koşturmaca, yeni iki kitap girişimi, “yeteneklisin, dizide oynar mısın?” gibi farklı açılımlar, minicik görünen ama kocaman yorumlar zihnimde gri hücreler arasında dans ediyorken ve ben yatakta “hadi artık uykum gelsin, uykum gelsin uykum lütfen” bekleyişindeyken, sosyal medyada gereksiz yersiz geziniyorken, bir yanım “otur Eğitimpedia yazını yaz” diyorken, telefonu bırakmadan e-postalarıma bakmak istedim.
Bir okuyucumdan gelen güzel cümlelerle bezeli bir ileti, bir dokunuş okudum. İzin alarak alıntı yapıyorum:
“Yok, artık gerçekten size yazmadan edemeyeceğim. Nereden beslendiğinizi, ne tür bir bitmek tükenmek bilmeyen motivasyonla Eğitimpedia’daki yazılarınızı kaleme aldığınızı çok merak ediyorum…” Bu girişin ardından okuyucumuzun yurtdışı ve Türkiyedeki eğitim analizi vardı ve iletisi şöyle bitiyordu: “Yani, şu dediğiniz olay belki bir gün gerçek olur Türkiye’de, ama bizim ömrümüz bunu görmeye yeter mi, bilemiyorum. Nasıl bu kadar iyi niyetli kalabiliyorsunuz?”
Gri hücreler arasında dans eden farklı düşünce pıtırcıkları reverans yapıp çekildiler ve yerlerini, “Hangi motivasyonla, nereden beslenerek ve nasıl bu kadar iyi niyetle” düşüncelerine bıraktılar.
İşte o anda kahvenin verdiği son güçle zihnimden ve benden bağımsız parmaklarım yanıt yazıp gönderdi. Yanıtımı sabah okuyunca ben bile şaşırdım, nasıl da bunları yazabilmiştim, hangi duygu durumundaydım…
Yıllar önce, öğretmenliğin ortanca yıllarında, ezen-ezilen ilişkisi içinde, dramada ezenlerle, okulda ezenlerle kendi iç ve dış mücadelemi verirken, yazarken, çizerken, üretirken, çok kendimi tüketip, kendime öfkelenip kızdığım bir günün sabahında psikoloğa gittim. Bu gidişlerin birinde sordu psikolog:
“İyi bir öğretmensin, işini çok severek yapıyorsun. Tüm bunlar sana neden yetmiyor da bir de drama alanında dersler verip duruyorsun.” Seviyordum dramayı ne vardı bunda?… “Bu da yetmiyor sana Müjdat” dedi ve ekledi. “Kitap yazıyorsun, eğitimle ilgili seminerler veriyorsun, ne çok çabalıyorsun, niye bütün bu çaba?” Eğitime adanmış şu fani ömrümde diye giremezdim, oturduğum koltuk, bulunduğum ortam şaka kaldırmıyordu. “Türkiye’de daha iyi bir eğitim dünyası olsun istiyorum…” (bir psikoloğa asla söylememesi gereken, gereksiz, anlamsız, içi boş bir cümle döküldü ağzımdan). “Sen öyle sanıyorsun” dedi ve ekledi, “Aslında sen tüm bu eğitim aşkınla, okuyamamış anneni yüreğinde bir yerde eğitmeye çalışıyorsun.”
Bir yumru düğümlendi boğazıma, uzun süre kendime gelemedim. Ben zannediyordum ki bu yumru yetecek, sadece bununla baş edeceğim. Hayat hiçbir golle yetinmiyormuş. Öğrenme seansları bitmiyormuş. Bir sonraki görüşmede kocaman bir tokat daha geldi psikoloğumdan:
“Sen aslında yazarken, seminerler verirken, drama atölyeleri yaparken, şehir şehir gezerken görülmek istiyorsun.” “Evet tabi ki görüleyim, sevileyim, kim istemez bunu” diye yapıştırdım hemen cevabı. “Kimin gördüğü ya da sevdiği hiç farketmiyor senin için” dedi ve ekledi, “sen bu yaşında hala sadece kendini “babana” göstermek istiyorsun…”
Her duyumsadığımda yeniden ve yeniden acıtan bir cümlenin derinliğinde kaybolurken ve açık yaralar asla kapanmıyorken, aslında hepimizin kapanmayan açık yaralarımızı bir nebze serinletmek, bu duygudan kurtulmak için yazının ilk bölümündeki bir soruya geri dönüyorum:
“Nasıl bu kadar iyi niyetli kalabiliyorsun?”
Öğretmenlik böyle bir şey, iyi niyetli kalmak zorundayız, açık yaraları olan çocukların yaralarını hiç tükenmeden kapatmak için onları çok sevmek zorundayız ve bu yüzden çok çalışmak zorundayız. Öğretmen olarak kendimizi tüketirken, bir yerlere iyi geldiğimize inanmak zorundayız.
Yaraları saran tüm öğretmenlerin günü kutlu olsun.
[email protected]
https://twitter.com/ataman_mujdat